Bu öykü Haziran 2023'de Risha Buket’in Psişeyi Uyandırmak inzivasındaki ecstatic dans deneyiminden ilham alınarak yazıldı.
Cemre Nur Öztürk
![](https://static.wixstatic.com/media/0a5823_c46088ec8d854fa4909bd3e6a77dc53b~mv2.jpeg/v1/fill/w_980,h_1225,al_c,q_85,usm_0.66_1.00_0.01,enc_avif,quality_auto/0a5823_c46088ec8d854fa4909bd3e6a77dc53b~mv2.jpeg)
Viyana’nın merkezinden iki buçuk saatlik bir araba yolculuğuyla çiftliğe ulaştık. Alplere ilk defa geliyordum. Küçük bir dağın tepesindeydi bu permakültür, yani 'sürdürülebilir tarım' çiftliği.
Yol boyu çam ve ladin ağaçlarının arasından geçtik. Ara ara güneş ışığı ağaçların arasından bir yol bulup gözümle buluşuyordu. Yolumuzun kenarındaki otluk alanlardan birisinde açık kahve renkli derilerinin üzerinde beyaz benekleri, iki yana uzanan kocaman kulakları ve o içe işleyen ıslak bakışlarıyla geyikler otluyordu.
Arabadan inip bavulumu alırken kendimi dışarıdan seyrediyor gibiydim. Çiftlikteki iki gönüllü arkadaş bizi karşıladı ve sarıldık. Online olarak tanıdığım Buket’i gerçek hayatta ilk kez görmüş oldum. Ona sarılırken aramıza boyumca bir duvar ördüm. On üç kişi Psişeyi Uyandırmak inzivası için katılımcı olarak gelmiştik. Buket hepimizin farklı niyetlerle geldiği bu inzivanın lideriydi. Bakalım da ben bana ilham veren bu kadının yanına ne kadar yakışıyordum? Onunla aynı seviyede miydim ki arkadaş olacaktık?
İlham aldığım kişilerle yakınlaşmak benim için zordu. Onlarla aynı göz hizasında birbirimize bakamıyorduk, sanki ben aşağıda kalıyordum. Bu yargılayıcı iç sesimle yaşamak beni yoruyordu. Belki inziva bu sesi daha şefkatli hale getirmek için yardım ederdi. Umutlarımdan birisi de buydu.
Konakladığımız ahşap evin kendine has odunsu bir kokusu vardı. Evin içinde tütsüler ve Palo Santo çubukları yakılıyordu ara ara. Dışarısı taze biçilmiş çim ve orman kokuyordu.
Akşamki ilk etkinliğimiz ecstatic danstı.
Epey geniş olan etkinlik odasında bir çember oluşturduk. Vücudumuzu Buket’in sesli yönlendirmeleri ve müzik eşliğinde hareket ettirmeye başladık.
“Önce baş ve omuzları rahatlat”.
Müziğin ritmi yavaştı. Yaylı çalgıların ön planda olduğu sakin bir ezgiyle başlamıştık.
Başımı sağa sola yavaşça döndürdüm. Sonra omuzlarımı çevirmeye başladım.
“Şimdi belini ve kalçanı hareket ettir.”
Şimdiyse vurmalı çalgılar ön plana çıkmış, müzik hareketlenmişti.
Belimi daire şeklinde döndürürken vücudumun üst kısmını da ritme uydurdum.
“Kendini rahat bırak, istediğin gibi sesler çıkarabilirsin.”
Gruptan değişik sesler geliyordu, en çok da çığlıklara imreniyordum. Sesimden utanıyordum. Sessizce dans etmeye devam ettim. Bir yandan da ilk defa Buket’ten duyduğum cümleyi hatırladım:
İnsana en şifalı gelen ses, kendi sesidir.
Ben dans ederken, nefes aldıktan sonra nefes verirken yüksek ve acayip sesler çıkaramazdım. Ben kim oluyordum? Nasıl sesimi yükseltip adeta burada olduğumu, var olduğumu haykırabilirdim? Bu utancı onurlandırdım, hazır değildim bağırmaya.
Sıra eklem yerlerimizi olabildiğince fazla hareket ettirmekteydi. Buket seslendi:
“Nasıl daha fazla gülünç gözükebilirsin, en fazlasına ulaşmaya çalış.”
Gözlerim kapalıydı ve özgürdüm. Burada aklımın liderliğinden vazgeçtim ve kendimden geçtim. Kimsenin beni görmeyeceğini farz ettim. El bileklerimi, dirseklerimi, boynumu, belimi, kalçamı ve dizlerimi sağa sola salladım durdum aynı anda, müziğin ritmiyle.
“Ayaklarını yere vura vura zıpla, köklenelim.”
Biz köklenirken müzik de en yüksek ritmine ulaşmıştı. Bütün enstrümanlar kendilerini belli ediyor, en çok da davulun sesi duyuluyordu.
Ben de bu dünyadaki varlığımı ikrar ediyordum, yere vura vura. İşte ben de varım. Burdayım.
“Şimdi odanın içinde yürüyebilir ve hazırsan diğerleriyle göz teması kurabilirsin. Bunu istemiyorsan olduğun yerde de kalabilirsin.”
Herkes odanın farklı yerlerine doğru yürümeye başladı. Yer değiştirebilirdik. Gözümü açma cesareti yoktu bende. Nasıl göründüğümü bilmek veya başkalarının beni nasıl gördüğünü, onları görerek, hayal etmek istemiyordum.
Biz odada dolaştıkça müziğin ritmi daha yeknesak ve teknovari bir hal aldı.
“Şimdi yavaşlama zamanı.”
Bu ritme alışıktım Berlin’deki tekno kulüplerden. Vücudum rüzgardaki bir yaprak gibi salınıyordu.
Müzik daha da yavaşladı. İnsana huzur veren klasik bir müziğe dönüştü. Buket devam etti:
“Şimdi kendini bir hayvan olarak hayal et ve o hayvanın çıkardığı sesi çıkar.”
Aklıma bir fare geldi. Şaşırdım ve üzüldüm. Bir fare olarak kendimi hayal etmek istemezdim.
Hem bu farenin nasıl bir sesi vardı, sanki sesi çıkmıyordu. Bir fare ses çıkarmazdı sanki, en fazla tıkırtısından fark edilirdi.
Gruptan sesler yükseliyordu. Kimisi Amazon ormanlarında yaşayan bir kuş misali tuhaf çığlıklar atıyor, kimisi yılan gibi tıslıyor, kimisi de yine güçlü bir hayvan edasında bağırıyordu.
“Nasıl görünüyor bu hayvan? Ne yer, nerede yaşar?”
Benim dönüştüğüm fare metro köşelerinde insanların tiksinerek baktığı ve yanlarına yaklaşmak istemediği bir canlıydı. Ufaktı, kahverengi tüyleri yer yer dökülmüştü. Gün içinde sık görülmezdi, daha çok insanlarla karşılaşmayacağı anlarda çıkardı istasyon raylarına. Yiyecek bulmak da meseleydi. Düzenli beslenmezdi, koruyup gözeteni yoktu. Ben bu fare miydim? Kendimi onun kadar korunmasız ve yaşam mücadelesi içinde hissettiğim doğruydu.
“Nasıl hissediyor bu hayvan?”
Benim gibi işte. Sevilmeyen, istenmeyen, kaçınılan.
Artık hayatımda kendimi yanındayken güvende hissettiğim bir sevgilim, içimi açabileceğim arkadaşlarım vardı. Benden yedi yaş küçük kız kardeşimle yıllar önce barışmış ve birbirimizi anlamaya başlamıştık.
Annemi yaşadığı zor hayatın üstesinden gelmeye çalışırken kırk yamaya dönmüş yaralı ruhuyla kabul etmiştim. Onu ruhunun çıkmaz sokaklarında buradan ileriye gidemem diyerek sevmeye çalışıyordum.
Şu anda değildi o eksik olan sevgi ve korunma.
Müzik iyice duygulandıran şekilde değişmişti. Hüzünlü ama sıcak bir piyano sesi ilişti kulağıma.
Buket son kez seslendi:
“O hayvanın gözlerinin içine bak, onu gör ve kendini gör.”
Bu farenin gözlerinde kendimi görürken piyanoya “I love you” eşlik ediyordu hoparlörden, bir kadın mmmmhhhmmmm mmmmhhhmmmm diye hımlıyordu. Bir ninniyi andırıyordu. Zamanlama hoşuma gitmişti. Bunu kendime söylemeye, günlerdir susuz kalmış bir insanın çeşmeyle buluşması kadar ihtiyaç duyuyordum. Ruhumdaki susuzluğu öyle sağaltan bir cümleydi. Seni seviyorum Cemre. Seni, aileni ve geçmişini olduğu gibi kabul ediyorum. Kabul etmek henüz mümkün değildi ama bu niyeti kurmak mümkündü.
O anı inanılmaz güzel tasvir etmişsin. Ruhuma dokundu bu hikaye 🤍
ahh Cemre ne güzel yazmissin.. beni o an ve odaya tekrar geri goturdun. duygularin ve cumlelerinin ahengiyle icimdeki hayvani hatirlattin ve o duygulari tekrar yasadim..tum niyetlerinin zaman icinde gerceklestigine sahit olmayi dilerim.. iyi ki yollarimiz kesisti💙 sevgiler